Bir fotoğrafa 30x40 cm büyüterek 70 santimetreden de bakabilirsiniz. 90x120 cm büyüterek 2 metreden de bakabilirsiniz. Her iki durumda da gördüğümüz tıpatıp aynıdır. Sadece eğer baskı agrandizörde yapılmışsa büyük baskı küçük baskıya oranla daha da kalitesiz yani kaba bir optik kalitede olur. Hal böyle iken (bir vakitlerin ünlü Amerikan fotoğrafçılarının 20x25 cm’lik sergi baskıları bir yana) baskılar çoğunlukla 30x40 civarında yapılırdı. Bugün bunlara nerede ise posta pulu gözüyle bakılıyor.
Yazar: Prof. Sabit Kalfagil
Öldürülen gazeteci Hrant Dink davasının sonuçlanacağı sanılan celsede sanık Ogün Samast duruşmanın yapıldığı çocuk mahkemesi yargıçlarına sunduğu 16 sayfalık son savunmasında “Bu hukuki bir savunma değil felsefi bir savunmadır” diyerek, “Ayrıca sizler fenomen bir yargıçlar grubusunuz, beni anlayıp serbest bırakacağınızı umuyorum” demiş. Avukat da felsefi değil ama hukuki savunmasını verecekmiş.
Eskiden olsa son duruşma olacağı sanılan böyle bir duruşmada yargıçlar sanığa “karardan önce son bir diyeceğin var mı?” diye sorarlar. Sanık da birkaç cümle ile son sözlerini söylerdi. Günümüz o gün değil şimdi davalar bu sonu gelmez lafazanlıklar yüzünden on yıllarca sürebiliyor. Öyle ki dava sonuçlanmadan on yıllarca süren tutuklama suçun gerektirdiği süreleri aşabiliyor ya da bu arada yasalar değişiyor, zaman aşımları işliyor. Yargıya olan güven azalıyor, sanık tahliye ediliyor. Eskiden iddianamelerin binlerle sayfa tuttuğu onlarca klasör tutan metnin ve belgelerinin kamyonetlerle taşındığı görülmemiştir. Ayrıca dinleyenleri uzunluğu yüzünden yorup serseme çevirecek bu iddianamelerin kısaltılarak veya seanslar halinde tefrika edildiği de duyulmamıştır.
Hal böyle olunca herhalde her oturumun başında tıpkı TV dizilerinde olduğu gibi geçen bölüm özetinin verilmesi de gerekiyor olmalı ki, iddianın bütünlüğü kaybolmasın. Türkiye (belki de dünya) neden bir “miktar dünyası” haline geldi, kalite dünyası olacağına? Bu kaliteyi kaybettiğimiz, onun yerine miktardan etkilendiğimizin resmidir.
Fotoğraf: © Prof. Sabit Kalfagil – İstanbul fotoğraf albümünden
Bir fotoğrafa 30×40 cm büyüterek 70 santimetreden de bakabilirsiniz. 90×120 cm büyüterek 2 metreden de bakabilirsiniz. Her iki durumda da gördüğümüz tıpatıp aynıdır. Sadece eğer baskı agrandizörde yapılmışsa büyük baskı küçük baskıya oranla daha da kalitesiz yani kaba bir optik kalitede olur. Hal böyle iken (bir vakitlerin ünlü Amerikan fotoğrafçılarının 20×25 cm’lik sergi baskıları bir yana) baskılar çoğunlukla 30×40 civarında yapılırdı. Bugün bunlara nerede ise posta pulu gözüyle bakılıyor. Çok öğeli geniş açı fotoğraflarının bu kuralın dışında olduğunu elbette biliyorum. Burada değindiğim sorunun genelidir.
Günümüzde “her ne küçükse değersiz her ne büyükse değerlidir” yargısı nerede ise herkesçe kabul edilmiş görünüyor.
Öte yandan yerleşik ortak yargılara ve sağduyuya dayalı beğeni refleksinin hükümsüz kılındığı sanat ve sanat ürünleri hakkındaki değerlendirmenin ancak, aracı sanat bezirganlarınca yönetildiği günümüzde post modernizmin adına “çağdaş sanat” denen bulanık ortama dönüşmesi sayesinde neyin nitelikli neyin değerli olduğu bu aracılarca yönetilir oldu. Öyle ki, hiçbir görsel estetik içermeyen ve hiçbir şey anlatmayan nice fotoğraf devasa boyutlarda basılarak ve kuyruğuna bir öykü eklenerek müzayedelerde inanılmaz fiyatlara satılır oldu. O fotoğraflar görsel dille hiçbir şey anlatmadığı halde bu fotoğraf okuyucuları, öyküler uydurarak, kahve falı bakarcasına onları sözüm ona anlamlandırıyorlar. Bu olayların Andersen’in meşhur “çıplak kral” masalı ile farkı yoktur. Öte yandan bu aracıların beyaz kadın ticareti yapan aracılar kadar bile saygıyı hak etmediklerini düşünüyorum. Bunlar gerçekten bir şey söyleyen fotoğrafları okumaya kalktıklarında da fotoğrafçının asla kastetmediği, aklından bile geçirmediği anlamları kazı yaparak meydana çıkarabiliyorlar. Fotoğraf yazı dili gibi bir dildir. O dilin sözcükleri kavramları insanlığın bin yıllardır paylaştığı görsel öğelerdir. Bu öğeler seyirciye gördüğü eğitime ve dünya görüşüne bağlı olarak küçük farklılaşmalarla yaklaşık aynı şeyi söyler. Bir yabancı dil değildir, tercüman gerektirmez. Her kavramın ifade bulması için, onun yerleşik ve ortak simgelerle ifade edilmesi gerekir.
Meselenin böyle bir berraklığa kavuşması aracıları ve sanat spekülatörlerini gereksiz hale getireceği için bu görüşe hemen karşı çıkılması doğaldır. Öte yandan bu durum, eser karşısında seyirciyi yalnız bırakacağı için bu desteğe ihtiyaç duyan kimi “düşünce tembeli” izleyicinin de hoşuna gitmeyecektir.
Bu tezgahın yürüyebilmesi için bu sonuncu tip seyircilerin sayısının arttırılması, yola gelmeyecek olanların da kafalarının bir şekilde karıştırılmaması gerekir. Dikkat edilirse bu karışıklığı yaratanların içinde başarılı fotoğrafçıların sayısı yok denecek kadar azdır. Çünkü bu “ortamı bulandırma” işini başarıyla yürütecek kişi için fotoğrafla bir göbek bağının bulunmaması etik açıdan ona kolaylık sağlar. Vicdan sahibi bir fotoğrafçının bu işe soyunması oldukça zordur.
Fotoğraf alet ve yardımcı malzeme üretimi ile büyük bir sektördür. Tüketim ekonomisinin egemen olduğu günümüzde sektörün yaşaması, gerekli gereksiz herkesin bunları satın alması sağlanmalıdır. Bu ürünlerin sadece kendini sınamış ve başarılı bulmuş kimselere satılması ile yetinilemez. Herkesin bu işe bulaştırılması için başarı veya yetenek ölçütlerinin yok edilmesi gerekir. Bu strateji başarı ile yürütülmektedir. Önce özgünlük aşırı bireyselliğe dönüştü, “tek kişilik sanat ürünleri” ortaya çıktı. Sanatın bir başkaldırı olduğu özgürlüklerin sınırsız olması gereği sanatta ortak değerlerin inkarı, anlaşılma ihtiyacını ortadan kaldırdı. Tam bu noktada aracılara duyulan ihtiyaç ortaya çıktı. Sanatçı ile izleyici arasına giren bu bir tür “tercümanlar ve anlam yükleyicileri” belki de en çok yeteneksizlere iyi geldi. Çünkü bu “cerbezeli satıcılar” her türlü değersiz sanat ürününe bir kulp takarak ona, seyirciyi hayretlere düşürecek bir değer katabilirler. Böylece bu oluşum bir yandan sanayicilerle destekleniyor öte yandan yeteneksizlerce onaylanıyor.
Elli bin yıllık resim tarihi boyunca uzun bir dönem taa 19.yy ‘a kadar tıpkı son zamanlardaki gibi ya sanatçının adıyla ya da konunun öyküsü adıyla değerlendirilirken sanat tarihi bilimi ilk kez onları, nesnel görsel öğelere göre objektif bir değerlendirmeye almıştır. Bunun dışındaki değerlendirmelerin, öykülerle ve “kemiği olmayan dilin hüner bazlıkları” ile yoldan çıkma tehlikesi vardır.
Sanat tarihi ve sanat kavramları binlerce yıllık bir deneyim ve birikim sonunda elde edilmiştir. Bir buçuk yüz yıllık geçmişi olan fotoğraf sanatına kurumsal bir taban kazandırma yolundaki çabalar ister istemez resmin kazanımlarından yararlanacaktır. Buna razı olmayıp fotoğrafın büsbütün kendine özgü bir değerler sistemine kavuşması için vakit erkendir. Bilimde genellemeler, uzun uygulama birikimleri ile oluşabilir. Bu konudaki acelecilik edebiyat ve felsefe alanının kimi üyelerini buraya davet etmektedir. Bu alan için fotoğrafla akrabalığı olmayan, dolayısıyla kaybedecek bir şeyi de olmayan kişilerin esip savurması, fotoğrafı olduğundan başka algılamaları sadece ve sadece yukarıda andığımız iki kesimin hoşuna gidiyor. Bunlar sanayicilerle kaybedecek bir şeyi olmayan yeteneksizlerdir. Bunun en büyük tehlikesi dilin kemiğinin olmamasından gelir. Kahve falına bakan kişi nasıl küçük işaretlerden büyük sonuçlar çıkaracak, yakıştırmalarla konuşuyorsa, deyim yerindeyse bu fotoğraf yazarları asıl alanları olan edebiyat ve felsefenin kazanımlarını belki safdilce, belki hince istismar ederek seyircinin hayretini ve takdirini sömürecek şekilde sanat ürünündeki küçük işaretler ve yakıştırmalarla bakanları hayrette bırakacak şekilde ve bunları edebi ve felsefi bir salçaya batırarak bize sunuyorlar. Bu okumaların en az yarım sayfa süren uzun cümleleri ile okuyucuyu serseme çeviriyorlar. Üstelik bu metinler, çoğunlukla yabancı dilden tercüme edilmiş olarak önümüze geliyorlar. Hatta bazen orijinali İngilizce olan metnin içi başka yazarların Fransızca metinlerinden alıntı ya da aktarmalarla zenginleştirilmiş bulunuyor. Bu arada metin bazen bir, bazen de birden fazla tercümeden geçmiş oluyor. Bu arada yazıyı kimin tercüme ettiği de önem taşıyor. Şu soru bence çok önemli: “tercüme eden kişi, yazarın, bu cümle ile ne demek istediğini anlamış mı?” “Yoksa kelimelerin karşılıklarını bularak, Türkçe yeni bir cümle mi kurmuş?” bu iki şey birbirinden çok farklıdır. Bence işe yarar bir çeviri, yazarın ne dediğinin iyice anlaşıldığı ve bu fikrin Türkçe bir ifadeye kavuşturulması ile olur. Mot-a-mot tercüme hem kolaydır; hem de sadece yararsız değil aynı zamanda yanıltıcıdır.
Elli yılı aşkın süredir fotoğrafın içindeyim. Bir fotoğrafla onu anlatan metnin yan yana durduğu hiçbir kitapta bu metni yazanların fotoğrafı doğru okuduklarını daha da önemlisi fotoğrafın tadına vardıklarını görmedim. Fotoğraf hakkındaki bütün kitapların yazarlarının yabancılıkları hemen hissediliyordu. Bunun nedeni belki de bu kişilerin fotoğrafçılar arasından çıkmamış olmaları yüzündendir. Ama ben bunun için vaktin henüz erken olduğunu düşünüyorum.
Fotoğraf hakkında gerçek genellemelerin oluşması için uygulama birikimlerinin daha uzun süre mayalanması gerekiyor. Yoksa bu alan, boşluktan yararlanıp durumdan vazife çıkaran başka alan açıkgözlerinin kendilerine iş bulma alanı olmaktan öteye gitmeyecektir. Bu yazarlardan bazıları için fotoğraf, eskidikçe değer kazanan bir koleksiyon metasıdır. Kimine göre fotoğrafçı, anlattığı öykünün popülaritesi ile değer kazanır.
Kimine göre fotoğraf herkesin hemen okuyup anlayamayacağı bir yabancı dildir. Anlaşılması, bir uzmandan yardım almaya bağlıdır. Orada anlaşılır gibi görünen düz anlamın ötesinde zincirleme çağrışımların anahtarı olabilecek küçük detayları okuyup anlam yükleyecek bir okuyucuya ihtiyaç vardır. Bu açıklamaları, fotoğrafçının kendisi bile şaşkınlıkla dinlemek durumundadır. Kimilerine göre fotoğraf resmin estetik ölçütlerinin vesayetinden kurtulduğu ölçüde değerlidir. Bu bizi estetik düşmanı bu çizgiye, oradan da sıradanlığın sanatına götürür ki “contanperain” sanat, hemen hemen bu yoldadır. Bu anlayışa göre düzgün bir fotoğraf katı, alışılmış, klasik ve banal bir şeydir. İnsani olan ve değerli olan özensizlik ve sıradanlık; tıpkı kirli sakal, yırtık kot pantolon ve perişan bir gömlek gibi. Bazen bu “sözüm ona doğal” görünümünü tamamlayan kirli ve dağınık saç için ayna karşısında saatler harcanır. Bir zamanların Fransa’sında “Lesser-aller” denen bu dağınıklık yıllar önce demode olmuştu. Savaşta ve seyahatte doğal şartların zorlaması ile ortaya çıkan bu gibi görünümler tartışılmaz. Ama bunların bir makyaj sürecinden geçerek sahnelenmesi, insan onuru ile bağdaşacak bir şey değildir. Sanatın her dalında anlatımın derli toplu ve bir düzen içinde kompoze edilmesi, anlatımın bir gereğidir. Yoksa görsel estetik dediğimiz şey, çoğu insanın savunduğunun aksine bir süsleme, bir ek güzelleştirme değildir. Estetik, bir yönü ile işlevsel dolayısıyla da yapısaldır.
Fotoğrafta, bu başarıyı yakalayamamış örneklerin anlaşılması mümkün olmaz. Bunların ancak bir yorumcu aracılığı ile anlaşılabilir olması, anlamı değerli kılmaz. Yorumcunun orada keşfettiği müellifini bile hayrette bırakan derin anlamlar sadece ve sadece uydurmadır. Tek tek fotoğrafların okunmasında içine düşülen bu samimiyetsizlik fotoğraf üzerine kapsamlı bir kitap yazmaya kalkılınca kendini daha çok gösterir. Genellikle fotoğraf alanının dışından gazel okuyan bu tip yazarlar yaptıkları sonu gelmez alıntılar ve göndermelerle konunun etrafında dolaşmakta ve bir cümle ile ifade edilecek açık seçik bir sözü sayfalara yaymaktadırlar. Bana göre fotoğrafın soyluluğu alçakgönüllü ve yalın dilinden gelir. Ama bu sadelik kimilerine basitlik gibi gelebilir. Kim bilir; onlar Yunus’un şiirlerini de basit buluyor olabilirler.
YORUMLAR
Kafa gitmiş bu kadar uzun yazıyı okuyunca sonlara doğru başta ve ortada okuduklarımı unutuyorum.Sonra da şunu diyorum kendime madem fotoğrafçı olmuşuz derdimizi fotoğrafça anlatmak en kolay yol.Zaten de mesleği bu yüzden seçmişim.Evet ama bir dönem fotoğrafın anlatım dili az diye 800 dolarlık ödül parasını vidyo kamerasına yatırıp elimde bu kamerayla görüntü avına çıktığımı da hatırlıyorum..Şimdilerde elime çok az aldığım dijital küçük kameramı uzan zaman çantamda unutmam da neyin nesi ? Her yanım fotoğraf her yanım görüntü olunca demekki insan dilini bolca kullanıp eğer üşenmesse yazıya döküyormuş.Harika bir olay hem dil palanmıyor hemde el kireçlenmiyor ama bilgisayar klavyesine basmaktan parmaklarım ağırıyor okmu buna bir çare ? İsterim ne isterim söz söylediğimde yazan klavye isteri o zaman..Ooo bayağı rahta alışmışım..Nereye kadar sürer bu rahatlık ? Kabire kadar asla çünkü vucudumuzda arızalar baş gösterecek ondan sonra musallada sonrada üçbeş metre kefenle çukurda son istirahat oh ne fotoğraf ne tv mis gibi rahat döşek…Canım Hocam ömür boyu mutluluklar size ışığınız fotoğraf dünyamızı pek güzel aydınlatıyor..
Segili hocam Fikirlerinize katılmamak mümkün değil. Krala yapılan soyytarılıklar la kralın etrafındaki bilge kişilerin birbirine karıştırılması gibi bir duruma benzettim.Fotoğrafın pohpohlanarak ,yaldızlarla anlatılması anlatana da dinleyene de hatta fotoğrafın sahibine de geçici bir zevk ,kendini üst kesimde görme, işe yaramışlık duygusu veriri ki bu da bağımlılık yapar.Dizi filmlerdeki kahramanın yerine koymak gibi hissederler.Öyleki Ama Bazen bu soytarılığı yapmıyor değilim.Nekadar faydalı olur bilmiyorum ama işi bilmeyince kaçacak yol gibi görünmesi ne kötü…Öyle de görünüyor ki gelecekte bu dahada hızlanarak kansergibi saracak.
Hocam !
Uzunca bir zamandır fotoğraf ve fikirlerinizi çok yakından hatta ilk ağızdan 🙂 izliyorum. Fotoğraf için kendimce harcadığım emek sizin öğretilerinizle anlam buluyor. Zaman zaman Modern fotoğraf ile ilgili olgularla karşılaştığımızda bize empoze edilmeye çalışılan bulanıklık ve karmaşaya özellikle ekonomik getirilerinin cazibesine benide sürüklüyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da fikirleriniz o karmaşa ve bulanıklığı çok çabuk yok ediyor.
Kitap ve fotoğraflarınızın hakkettiği yerlerde olmamasına rağmen ben ve benim gibi fotoğrafa gönül veren arkadaşlarımın eserlerinizi izlemeye ve okumaya çok ihtiyacımız var. Lütfen üretmekten, yazmaktan, fotoğrafı konuşmaktan vazgeçmeyin.
İyiki varsınız.
Selam ve Saygılarımla
Sn.Değerli Sabit hocam.sonsuz saygı ve sevgilerimi bildiririm.Yazı destan gibi bir ara verip ,tekrar okuyup. sizi bu yazıyı yazmaya niyetlendirenlerin niyetini biliyorum.yazıdan sonra onların canına da okuyacağım.hürmetlerimle.Mehmed Bayramoğlu.
Merhaba Sayın Sabit KALFAGİL Hocam hoş gürünüze sığınarak size bir sorum olucak izniniz ile : acaba dijital devrimle ve gelişen bilimsel teknoloji ile birlikte Photoshop’unda yer alması ve geçmişte fotoğraf makineleri çıkınca resmin başına gelen gibi acaba bu yukarda yazdığım gibi FOTOĞRAFDA SONA MI GELİNDİ?
Hocam yazınız için çok teşekkür ederim ! Anlattıklarınızda çok haklısınız ve gerçekten doğru yerlere değinmişsiniz,günümüzde ki fotoğrafçılık algısının ne kadar değiştiğini hepimiz görüyoruz,eskiye nispeten ne kadar değiştiğini de..