Jüri üyesi olduğum yarışmalara gelen fotoğrafların yarıdan fazlası neredeyse ilk bakışta birinci turda elenmektedir. Peki, gönderenler bunu tahmin edemezler mi? Herhalde amaçları bunlarla ülkenin çöplüğüne katkıda bulunmak değildir. Peki, nedir buna sebep? Burada eksik olan yarışmacının jüriye saygısı mıdır? Yoksa fazla olan kişinin şişkin egosu mu?
Yazar: Prof. Sabit Kalfagil
Arabanızla bir kayaya çarpsanız hasarınızı kendiniz ödersiniz. Ama yine de savcılık size kamu davası açabilir. Milli servete zarar verdiniz diye… Öte yandan kendinizi öldürmeniz bile yasaklanmıştır. Öz be öz kendi bedeniniz bile kamunun sayılır. Bir tür milli servet gibi…
Jüri üyesi olduğum yarışmalara gelen fotoğrafların yarıdan fazlası neredeyse ilk bakışta birinci turda elenmektedir. Peki, gönderenler bunu tahmin edemezler mi? Herhalde amaçları bunlarla ülkenin çöplüğüne katkıda bulunmak değildir. Peki, nedir buna sebep? Burada eksik olan yarışmacının jüriye saygısı mıdır? Yoksa fazla olan kişinin şişkin egosu mu? Belki her ikisinin de payı var ama asıl önemli olan bu iki olasılığı harekete geçiren ortak bir soru var: “Kime göre?” günümüzde çok kullanılan ve sanki özgür düşüncenin anahtarı gibi görünen bu soruya bayılıyorum. Sanırsınız, yukarıdaki saptama sadece benim kişisel görüşümdür de bir başkası ya da başkaları hemen gözden çıkarılıp elenen bu işleri baş tacı edebilir. Peki, ben jürilerde hep aynı kişilerle mi bulunuyorum? Bu bizim hiç değişmeyen ekibimizin ortak yargısı mıdır? Ben jürilerde fotoğraf görüşleri taban tabana zıt kişilerle bulundum. Bazı fotoğraflar elenirken kimsenin kalsın dediğini duymadım. Tam tersine finale doğru ödül grubuna yaklaşırken bu zıt görüşlü üyelerin aynı fotoğrafa oy verdiklerini gördüm.
Bunun adı paylaşılan temel ortak değerlerdir, ortak sağduyudur, beğenidir. Diyeceksiniz ki fotoğrafın topu topu bir buçuk yüzyıllık bir geçmişi var. Üstelik değişik fikirlerle çalkalanan dünyamızda, dün ak dediğine bugün kara diyen bir moda aleminin yanı başında bu ortak beğeni dediğimiz şey nasıl oluşabilir? Yoksa bu bir temenniden ibaret midir?
Bazı insanların modaya da markalara da ihtiyaç duyduklarını hatta bunları yücelttiklerini görüyorum. İnsan nesli yaklaşık bir iki milyon yıldır bu gezegende yaşıyor. Bunun yüzde doksanı gibi bir sürede sadece yaşama savaşı verdi, gözlem yaptı, deneyim kazandı. Milyonla ifade edilen bu deneyimlerinin genlere işlemesi için yeterlidir. İnsanoğlu ancak bundan sonra, (yaklaşık elli bin yıl önce) mağara duvarlarına gördüklerini çizmeye başladı. Bunların önemli bir kısmı oldukça gelişmiş bir gözlem gücünü yansıtmaktadır. O günden bu güne kadar resim yapıyor. Öteki sanatlarda da ürün veriyor. Ancak sadece yüz elli yıllık geçmişi olan fotoğrafa egemen olan değerler yüz elli yıllık bir birikimin değil milyon yıllık bir birikimin ürünüdür.
Bunun yanında gerek sanatta, gerek modada otuz kırk yıllık aralarla sürüp giden akımların, dalgalanmaların genlerimizde iz bırakmadığı bellidir. Buna karşılık genlerimize işlemiş milyon yıllık kazanımlar insanlığın ortak mirası haline gelmiştir. Kişiden kişiye ulustan ulusa ufak değişiklikler gösteren bu insanlık mirası güzelin ve doğrunun bulunmasında hiç değilse temelde bizleri birleştirmektedir. Bu hesaba göre ortak sağduyudan ortak bilgi ve beğeniden pay almış kişilerin, başkalarının güdülendirmesine, modaya ve markaya ihtiyaçları yoktur. Bunu söylerken insan yapısındaki değişiklik arayışını ihmal ediyor değilim. Sanat Tarihi boyunca birbirini izleyen karşıt akımlar hep bu arayışın sonucudur. Ama karşıt akımlarla üretilmiş bütün eserlerin kalıcı olanlarında karşıtlığın sadece ideolojik çıkış noktasında olduğu, görsel kalitenin büyük kitlelerce paylaşıldığı görülür. Öte yandan insan yaradılışını, psikolojik yapısındaki farklılığı ve yetersizliklerini de ihmal etmezsek belli bir azınlık için bu konularda bir yol gösterici ihtiyacının varlığından söz edilebilir. Bu insanlar için modalar, markalar vazgeçilmezdir. Bu gibi insanların markası sökülmüş kaliteli bir ürünü tanımaları beklenemez.
Fotoğraf gibi ekonomi içinde yabana atılmayacak payı olan bir etkinliğin tüketim yönünde pompalanması tüketim politikalarının bir ihtiyacıdır. Bunun sağlanabilmesi için kişileri belli akılcı ölçülerle sınırlama yerine tam tersine yetenekli, yeteneksiz herkesin kendini özel (!) hissetmesini sağlamak ve bu özel kişilerin çok özel ve çok kutsal iç dünyalarını dışa vurmalarını teşvik etmek başkalarını hiç ilgilendirmese de dışa vurulan bu özgün ifadelere anlam bulmak ve yüceltmek zor değildir. Bu çok özgün işleri yorumlayıp vaftiz edecek hatta kutsayacak birilerini bulup görevlendirmek hatta yaratmak tüketim ekonomisinin yapamayacağı bir şey değildir. Yaşadığımız günlerin gidişi tastamam bu senaryoya göredir.
Öte yandan kalitenin yerini markaların aldığı, performansın kaliteyle değil miktarla ölçütlüğü günler yaşıyoruz. Esnaf kahvesinde veresiye götürülen her çay için duvara atılan çizik misali (buna çetele denir) günümüzde sanatçının sicili kaç adet etkinliğe bulaştığıyla ölçülür oldu.
Bu kaygı ile yıl içinde gerekli gereksiz bir takım proje başlıkları altında abur cubur fotoğraflar üretip, hatta bunu ekip çalışması haline getirip herkesin etkinlik sayfasına birer satır daha ekleyerek tek bir işle çeteleye daha çok çizik atılabiliyor. Ayrıca böylesi kolektif bir işi, kitaba dönüştürmek için sponsor bulma şansı da artmış oluyor. Sponsor olacak firmanın ortaya çıkacak sonucun kalitesi ile ilgili kaygısı ikinci derecededir. Zaten bu konuda titiz davransalar bile günümüz kuramcılarının yarattığı kafa karışıklığı ortamında neyin doğru, neyin kaliteli olduğu iyice karışmış bulunuyor. Bu bulanık suda balık avlayabilmek için sanatsal nitelikten çok cerzebe ve satıcı niteliklerine ihtiyaç vardır. Esasen sponsor firmalar verdikleri bu desteği vergiden düşerek belli ölçüde telafi ettikleri için verilebilecek yanlış kararların sonucu çok da fazla can acıtıcı olmayacaktır.
Bir vakitler bu olanaklar yokken “sergiler açılır kapanır saman alevi gibi iz bırakmaz” diye, isterdik ki, her sergimizin kataloğu olsun. Bir süredir bu dileğimiz gerçekleşmiş bulunuyor. Açılan bütün sergilerin katalogu bana ulaşmaz, buna karşın evimde koliler dolusu katalog birikti. Arada bir baktığımda “Keşke bir kısmı hiç de kalıcı olmasa idi” diyorum. Ayrıca bunlara, sergiden sonra kaç kez baktığımı hesaba katınca gereksiz olduklarını düşünür oldum. Birisi bana dese ki, “Kuryenin özenle getirip imza karşılığı ve kimlik kontrolü ile teslim ettiği bazı şirket dergilerini de, zarflarını açmadan içeriğini görmeden çöpe atıyorsun. Buna ne demeli?” Yok, bazılarını açıyorum. Çünkü şeffaf poşetleri işe yarıyor. Ama daha önce hepsini okuyup denediğim için içeriklerini biliyorum. Kâğıdın çöpe dönüştürüldüğü esas ürünler bunlardır. Asıl büyük üretim reklam sektöründen geliyor. Posta kutularına atılan el ilanları bir yana, okuduğumuz dergilerin sayfalarının yarıdan fazlası ağırlıkları nerede ise kiloya ulaşan bazı gazetelerin okunmayan yüzde doksan beşlik bölümü çöptür. Ülkenin dövizi ile ithal edilen tonlarca kâğıt, mürekkep, insan emeği ve ileri teknoloji ürünü makinelerin amortismanları çöpe gitmektedir.
Problemin gövdesini oluşturan asıl büyük parantezi kapatıp konumuza dönersek, bizim fotoğraf katalogları devede kulak kalır. Ama yine de herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi iyi olur. Bunların yanı sıra nerede ise yarım yüzyıldır eksiksiz biriktirdiğim ve bir daha da açıp bakmadığım dergi koleksiyonların sadece, bir kez bakıp bir daha yüzüne bakmadığım fotoğraf albümlerini neden sakladığımı ve bunlara neden türbedarlık ettiğimi bilmiyorum.
Bunlarsız hayatımızın ne denli sade ve arınmış olabileceğini düşünüp duruyorum. Sık kullanılan başucu kitaplarımı saymazsak gerçekten çok beğendiğim ama satın aldıktan sonra sadece birkaç kez baktığım albümlerin bile kütüphanede işgal ettikleri yeri hak ettiklerinden kuşkum var. Neden bizim kolektif kütüphane kültürümüz bu denli ihmal edilmiştir? Gündelik kullanım dışındaki tüm ihtiyaçlarımızı kolektif bir yöntemle karşılamak ne kadar akılcı olurdu. Belki şimdi bir miktar kalite kaybı ile bu ihtiyacı internetten karşılamak mümkün olacak. Ama gerçekten günün yüksek teknolojisini gerektiren, kalıcı olacağına inandığımız, değerli görüntülerin büyük boy baskılarının ve albümlerinin yapılmasında yarar vardır. “Peki buna kim karar verecek?” demeyiniz. Bugün böyle bir karar organı bulunmadığına ve herkes kendi kararını kendi verdiğine göre eğer bu konuda güvenilir birilerine danışılmayacaksa tek yapılacak şey önce kendimizi geliştirmek, duygusallığımızı törpülemek egomuzun şişini indirmek ve fotoğraflarımıza çekildikten en erken altı ay sonra ve anılarınız silindikten sonra bakmaktır. Ancak o vakit onlara karşı komşunun fotoğraflarına bakar gibi tarafsız olabilirsiniz.
Bu tür albümlerin gerçekleşmesinde sponsor firmaların desteği ziyan edilmemesi gereken bir katkıdır. Çünkü Türkiye koşulları böyle bir destek alınmadan bu tür kitapların gerçekleşmesine ve kendi giderlerini karşılanmasına elvermiyor. Dolayısıyla bu olanağın boşa harcanmaması gerekir. Sponsor firmalar bu desteğin, hangi nitelikte bir ürüne değil de daha çok kime verildiği ile ilgileniyor olabilirler. Bu sorumluluğun tümü onlara ait değildir.
Biz fotoğraf dünyasının üyeleri olarak bu projelerin içeriğine bakınca basılmaya değer olup olmadığını ayırt edebilecek birikime sahibiz. Yeter ki amacımız kaliteye ulaşmak olsun, yeter ki yeterince dürüst olalım.
YORUMLAR
Yazıda ” İnsan nesli yaklaşık bir iki milyon yıldır bu gezegende yaşıyor. ” şeklinde bir cümle geçiyor. Ancak insanın oluşumu yaklaşık 200.000 yıl önceye dayanıyor. Konu ile çok fazla ilgisi olmasa da paylaşma ihtiyacı hissettim.